İYİYİ İSTEMEK /SAVAŞ ÜLKESİ

Çocukluğumda, yazı ödevlerinde her zaman en az 20 puan kırılırdı; başlık koymadığım için. Zamanla tuhaf şekilde başlıklarla düşünmeye başladım. Doğduğumda, karanlık odayı üç aylığına bebek odasına çevirmişler. İnsan üç ay karanlık odasız yaşayabilir. Hafta sonu fotoğraf gezilerini de yaşadığım yere düzenlemeye başlamış. Şikayet ederdi çokça; ödevlerini bozarmışım. Bir kere de çok kötü sinüzit olmuş, ayrıntısıyla ve tümüyle yeniden hissederek anlatırdı. Soğuk odada yapmak zorunda kaldığı bir ödevi için elbette beni suçlar ve hayatının zorluklarından bahsederken. Benim için nelere katlanmak zorunda kaldığıyla bitmez ve benimle tüm bağlantısı kesilen uzun bir başarı öyküsü tekrar ederdi her fırsatta. Aramız hiç iyi olmadığı gibi bir gün bunu fark ettiğinde, nedenini bir türlü anlayamadığı duygusuzluğumu, hatta her nasılsa fark edebildiği tiksintimi, bunca çabası ve fedakarlığına “rağmen” görüyor ve dileniyordu; giderek daha da tiksindim. İçinde iyi niyet kırıntısı bulunmayan bu zorlayıcı, hesapçı, sorumluluğunu asla hissetmediği, silinmiş yerine yenisi yazılmış anı torbacıklarını teğete dahi izin vermeyecek biçimde savuşturur oldum. Sanki birden olmuş gibi. Tümü gözümün önünden geçemezdi, artık biraz fark ediyordum, dahası geçmiş olana dair bir şey yapamazdım artık. Sadece yaşadığım anda ne istemediğimi görmekten korkuyordum onun gibi. Bir ihtimal arayışı. Tanımları, hikayeleştirmeleri, karakter ve durum ayrıştırmalarını, kimseye anlatmıyordum aslında. İlişki halinde bulunduğum kimse bile yoktu. Zaten kendi hikayesinde boğuluyordu; sadece bir iki çatlaktan sızdırıyordum. Vatana millete hayırlı olsun. Çocuklar, anneler ve babalar bütün meseleymiş gibi yazıp çizilenleri duyduğum andan beri saçma bulmuştum. Yakın zamana kadar. Nedenini de açıklardım belki dilim yetmezdi. Öyle düşünebilirdim. Diğer tarafa geçmeye kimsenin cesareti yok. Halbuki diğer tarafta buluveriyorsun kendini. Kendi ayağınla tıpış tıpış. Yargılamamış mıydım kimseyi, neresinden hak verebilir, iyi bir şey görebilirim demedim yine; alternatif öneriyorum dedim, güya. Yirmilerde, dünya daha mı güzeldi, çok mu cesur ya da güçlüydüm; hiç değil. Farkındalık kilitliyor, hareketsizliğe neden oluyor. Çocukken başka tarafından merak, hayranlık duyduğum insan, artık yansımalardı. Yeni bir şey göremiyordum; yaratmak istiyordum. Tek başıma mı… tek başına yapılmayan şeyleri denemek istiyordum aksine. Bildiğim tüm yaşamım tek başına yapılacaklarla geçmişti ki artık benim yaşam biçimim, karakterimdi. Hasta sandıkları, onları hasta eden şeyden başka bir yaşam bilmeyen başka bir tür. Sabun kokusunu severim bir de yağmur ve deniz. Bana kimse öğretmedi. Kediler de sever yağmuru. Anlaşılır, olağan takipte cümleler kurmak istemediğim için küfür edip duruyordu arkadaşım. Deniyorum. Çok eskiden de uzun ve anlamlı akışa sahip cümle kurardım. Pek işime yaramadı. Biraz sokak dili öğrendim. Biraz öfke. Evirip çevirmeyi denedim. Aklın yolu birmiş tabii. Yazıp da kıçıma sokmamı filan öneriyordu kimisi, çok rahatlıyorlarmış; tıpkı bebeklerini aldırmanın ne kadar olağan ve kaçınılmaz olduğunu anlattıktan sonra olduğu gibi hiç olmadığını söyleyecekleri sohbetlerindeki gibi kusup duruyorlar o boş, eciş bücüş, duygudan habersiz hasta zihinlerindeki tüm nefret ve kıskançlıklarını. Nasıl da zevkle, salyalarını akıtıp, ömürlerinin en yüksek zevklerinden birini daha yaşarken. Üretim mi kullanım hatası mı bilemiyor insan. Bu kadar ne farkımız olabilir. Neden, nereden bu kadar yabancıyız. Sonra vaz geçtim diyorum bininci defa; hatırlatıyorlar. İyi niyet tutucular. Avcılar. Korkunç. Tiksinme, her şeyin sonu. Sorumluluk meselesi. Neyi istiyorsam hayatımda, sırf ben istiyorum diye gerçekleşemeyeceğini de biliyorum. Büyü, ancak muhatabının farkındalığıyla çalışabilir. Güç, farkındalıktan başka bir şey değil. Uzak ormanlar var. Oradan buraya temiz hava geliyor. Yağmur, toprak kokusu. Fauna. Hak, herkesin. Birbirinin sırtına binene kadar. Şikayet, oldum olası hoşlanmadığım şeydir. Çözümleme taraftarıyımdır; öyle ya da böyle bir tepki verilmeli, sonuca gidilmeli. Olumlu olan, hareketin devam etmesi. Başka türlü bir yere gidemezsin. Her zaman da yollar açık değil, biliyorum. Yolu kendi ayak izleriyle yapanlardanım belki en fazla. Yol yok zaten. Hazır, sevmediğim şey. Oturmaz yerine. Emanet tabu. Oyunculuk, empatiyle doğrudan ilişkili tanımlanır; çoğunlukla ezbere. Esaslı oyunculuk örnekleri diye aklımda ışıyan birkaç karakter var. Biri Lucy’de Sean Penn, ikincisi, Al Pacino – Dog’s Day Afternoon, bir de belki Dustin Hoffman, Rain Man, aslında orada öyle bir şey ortaya çıkıyor ki yine ağzımda ikinci aşamada belirgin bir lezzet bırakıyor. Bu karakterler tek başlarına ayakta duramazlardı. Yanlarında onlarla birlikte oluşan, adeta bütünleyici, dengeyi sağlayan diğerleri ile var olabilirlerdi. Özetle, büyüğü büyük gösteren, yanındaki küçüktür. Yoksa ona büyük demezsiniz. Prepozisyonlarla sarhoş olmamak gerek; yerine farkındalık öneririm. Kolay iş değil. Bütün gördükleriyle yaşaması insanın; kolayı, bir kısmını görmezden gelmek, bir diğer bölümünü dönüştürerek travesti duygu durumlarıyla sarmalanmış ilişik haller yaşamak. İlişki değil bunlar, gerçek bir alış veriş sağlanmıyor; aksi. Kuledeki cadıyla kuyudaki cadının arasında ne fark var onu düşünüyorum. Hangisi ulaşılmaz olan, hapis, gizlenen, bekleyen. Güce sahip olmak, iktidara, hükmetmeye şehvetle muhtaç. Ev. Yaşadığı yer. Yaşamak. Yaşadığını hissetmek. Hissetmek. Her biri, parçalanırken bile bütünlüğü taşıyor. Hiç biri, bütünlüğün, bağlamın içinde, dışarı uğrayamıyor, taşamıyor. Taşmak, taşımak, taş. Geliyorlar, sırayla, değişken de olsa, olsa da olmasa da. Olmak. Oluşmak. İşteşle karışmaya neden bu kadar yakın kimi yapım ekleri. Yapım ekleri var, sökümün bahsi geçmiyor oysa. Travestiyiz hepimiz. Gerçeğe en çok yaklaştığı yer neresi? Bir defasında, yakın durduğum biri, ne zaman duracaksın diye sormuştu. Kendime en yaklaştığım yerde dedim. Tekrar ederim. Dudakları neden uyuşur insanın. Dili neden tatsızlaşır. Kalbi atmak istemeyebilir mi bir çocuğun. Hepsi mümkün. İyi şeyler de mümkün. Yaratmak zorundayız. Sadece yaparsak olur. Yapılan şey, yapmanın kendisi olabilir ancak, sonuç değil. Sonuç, kolektiftir. Bağlamsız anlam olmadığı gibi. Yapım ekleri, daha kolay olan. İdare ederler. Söküm, yanaşmadığımız. O da mümkün. Sökmek zorundayım. Okumayı söker gibi. Bu bakışımı tanıyorum. İlk kez, artık büyüdün dediklerinde dördüncü sınıfa gidiyordum. On yaşımda yani. Hikaye, altı on iki yaş arasında oluşuyormuş. Sonrası tecrübe. Kıvrımlar, girift, karmaşık, detaylar, beyin kıvrımları gibi, hastane yatağında, ameliyat bekler gibi, henüz bir süreç bile yok gibi. Süreç, bekleme hali. Hiç durdurmak istemiyorum. Yakalamaya, takip etmeye, bir dizin ya da akış kaydı belirlemeye de çalışmıyorum. İyi böyle. Hiç durmadan, ortalama akışkanlıkta. Neler geçti aklımdan desem yakalayamam. Sadece kelimeler ve lezzetli yiyeceklerle sarhoş olmayı seviyorum. Bir de hamile kaldıysam doğurmak istiyorum. Bir de hamilelik kafasını sevebilirim. Açık. Tüm yıldızları görebildiğin gibi. Bulutları yazacak. Sevdim. Uzun cümleleri ustalıkla kurabilir, çözebilir, çevirebilirim. Yapabildiğim bir şey, en iyi. Bir de yemek yapabilirim; çünkü kendi damak tadıma göre yaparım, yemekten zevk almalıyım. Yoksa neden yiyeyim. Kimin anlayacağına bakarak da konuşabilirim; uzun cümleler, karmaşık kelimelerle karşımdakine baskı uygulamak ya da rahatlatmanın nasıl mümkün olacağını da anlıyorum artık. Anne baba olunca anlamak gibi. Sahiden, sadece nasıl söyleneceğini bulamadığımız için kulağa saçma gelir. Arkasını görebiliriz halbuki. Görebildiğimizi kabul edebildiğimizde. Ne zaman. Durum bildirir. Zaman, neyle ölçülür ki. Mevsimlere bak. Sabaha, yıla, doğuma bir de ölüme. Söyledikleri buymuş. Hepsini söylemişler işte, ortadaymış. İçindeymişiz. Yeni Türkü. İyi şeylerden biri hayatta. Dire Straits gibi. Bugün iki iyi şeyle daha karşılaştım. Vesilelere aşk olsun. Sevebiliyorum. Sorun yok. Uçlarını bulamayınca birleştiremiyorlar, ucu açık. Resmi belge gibi. Bazen deadline iyidir. Bi bok tamamlama duygusu, karar, sonuç yanılsaması. Her biri sürecin parçası işte. Unutmak gibi. Rıza. Arıza. Arz. Tıpkı köpeklere, kedilere karşı olduğu gibi kelimelere karşı da dikkatli olmalı insan. Korkmak değil. Üstüne gidersen o da savunmaya geçebilir. Rahatça kendi halinde olursan, gelir yanına. Anlaşılır. Oluşulur. Scene: Yer. Sahnelenen. Gösterilen varken sahne oluşur. Oluşur da neler içerir. İzleyen sahnenin içindeyken, neyi izler. Duyularını izlemekten söz ediyorum. Siz de görüyorsunuz ya demek oluyor. Sizin dediğiniz gibi, gördüğünüz gibi. Tam da istediğim gibi. Bir şey söylemeye gerek kalmadı. Sadece sizin söyledikleriniz kadar. Aynalar. İçindeki sizi, hangi ışıkta, hangi mesafedeki. Tam da orada, o andaki. Gerisi, yanı, altı, karanlıktaki, yenisi, diğeri; sıradaki. Başkasının rüyasına girmekti bütün mesele, başlangıçtan beri. Kime güvenebilirim. İnsan ailesine güvenebilir mi. Pekiyi siz kimsiniz. Neden güvenmek istiyor insan. Ne demek. Göze alınan bedel neydi. Nereden anlatabilirdik. Nasıl başlamıştı. Hangisi. Korkuyorum insanlarla her türlü ilişkiden. İstemiyorum. Her şey mümkün. İyiye bir nevi masal gibi inanmayı sürdürmek istiyor gibiyim. Ya da pek savunucu göründükleri, umutla bağlı oldukları büyük beklentiler dininin bir mensubu gibi; çokça tekrarlar ve gerçekten önümde olanı görmezden gelirsem, adeta yaratacak ya da mümkün olması için imkan sağlayacakmışım… Filmini yazmak gibi. Renk istiyorlar benden. Daha fazla, biraz renk olsa. Neden istediklerini, ne istediklerini biliyorum. Daha fazla havayı ben de istiyorum aslında. Bazen müzik. Aslında hepimiz biraz ferahlık, hava almak istiyoruz. İçimize sıkışmamak istiyoruz. Kimisi içine bile giremiyor. Zaten içerisine değemiyor ki çoğu. Onlarla hiç işim yok. Kısa sürüyor iletişim çabam. Vaz geçmiş oluyorum çoktan, denemeye devam eder görünsem de. Sanki kurtarabilecekmişim gibi. Sallanan sandalye isterler de sallanan masa istemez kimse. Klavyede disleksi. Hehe. Eğleniyorum diye kızıyorlar. Bi polisle tanıştım geçen ay. O da eğleniyordu. Güzel, gerçek bi muhabbet oldu. Bi evsiz ya da akademisyen ya da genç bir anneyle zor. Ama neneyle olacak türdendi. Bugün yine bi inci yumurtlarcasına dede olmaktan söz ettim; nene olmak kolay mı. İstemem ve yapamam. Ama yemek yapamam diye değil. Yemek yaparım. Doyarız her türlü. Mesele o değil. Nenem biliyordu. Babamla konuşuyorum son günlerde. Artık farkındayım. Kavga etmekten korkmaktan sıkıldım. Anladım galiba. Nereye. Kim misafir, kim komşu; yolculuk nereye. Sanki dönebilecekmişiz gibi. Gülümseyerek okuyordum, yazıyorum. İyiyim. Sigarayı bırakmış ama sanki içtiğimi tamamen unutmuşum gibi. Artık okuyamadığım zaman yazmaya başlıyorum. Kötü bir çeviri gibi yazmayı seviyorum. Belki tüm duygu dışavurumlarımı temize çıkaracakmışçasına. Deftere yazdıklarımı da okuyamadığımdan yeni bir şeyler uydurmak zorunda kalıyorum. Travesti monologlar, bunlar olmayabilir, yine de. Ter kokmamı sevmem mesela, neresi dışımda, tamamen ben. Savunmak istiyorum. Kendimi kendime. Psikopatlığa öykünmem bile bu. Nerede koptuk ki. Der gibi. Yeni bir kelime öğreniyormuş gibi. “şimdi bi günüm bi haftam ayım kalsa bi köpek almaya çekinmem ki.. kimse kimseyi üzmeden kandırmadan birlikte mutlu olmak gibi” Güvenmeyi denemek bana, düşmanımı, rakibimi ya da karşımdaki diyeceğim kimseyi aslında tanıyamayacağımı öğretti. Müteşekkirim kendimce. Neye denecek bir karşıtlık olmadığı anlamında. Sabaha kadar içip sarhoş olmamak gibi. Yorgun değilim. İnsan, hayatının bazı günlerini bir şekilde hatırlıyor. İyi günler azınlıkta. Orada kalmak isterdik yoksa. Şimdiyi dönüştürmek için çalışalım istiyorum. Şimdinin farkında bir nesil. Skalayı değiştirmek istiyorum. Kastlar gibi degrade ya da dahası kontrast değil; gri skala, en sevdiğim renk gri; beşinci zone. 5/10. Çünkü, hepsini içerebilir, her yöne gitme özgürlüğünün başlangıç noktası. Yani terazinin, kaldıracın denge noktası. Kilit taşı. Heart. Belly. Diyafram. Pankreas. Pressure. Tansiyon. Debi. Şafak. Ve eklips. Bize nelerden nefret etmemiz gerektiğini hep anlatıyorlar: Tanımlanmış düşman. Aramamız gereken dost da belirlenmiş: Aile ve arkadaşlar. Sanki orada değillermiş gibi. Zekayı bilgiyle ölçme eğilimindeyiz. Bilgi, bilmekten geliyor. Pekiyi bu belli bilgiyi edinmemişken nasıl ölçeriz. Ya da bilgi ve bilmek kavramlarını alıp parçalarsak, kökeninde nereye varırız. Diğer yandan, bilmek bana iki farklı taraftan geliyor. Biri, hissettiğimiz için, algıladığımız, duyu kaynaklı olan bilmek; diğeri, farkında, bilincinde olmak ki burada çok dilli düşünmek durumundan yola çıkıyorum. İngilizcedeki conciousness, beni neden bilinç ve vicdanın aynı kelime olduğunu düşünmeye itiyor. Vicdan nedir. Zannediyorum vicdan, bir taraftan karardır. Kişinin içinde, kendinde olan. Yani, toplumsal veya dış bağlayanların ulaşamadığı, kişisel, gizli bir görüş. His. İnsanoğlu, doğuştan konformisttir. Çaresizliğiyle hayatta kalabilmek uğruna mevcuttan son derecede fayda sağlamaya yönelmektedir. Hayvan gibi. Hayvanlara insanlar için yerleşmiş sıfatlar yöneltmek şu an derin giremeyeceğim, ilgili bir alan. Bilmek değil de yeniden zeka hakkında devam edersek, burada hazır bilginin bulunmadığı alanda becerilerden söz etmek isterim; yani problem çözmek. Durum ve çözüm. Zaten bütün hikaye bu sanırım. Stuck, sıkışıp hareket kabiliyetinden yoksun kalmak. Oysa bu bir an değil, süreç. Süreç ya da seyir. Hayat. İçinde olmak, içinde olunandan çıkmak. Belki psikopati, narsisizm, bencillik, kıskançlık ve kesinlikle suçluluk duyguları üstünde durmak lazım. Suçluluk duygusu, ceza ile ilişkilendirildiğinde anlam kazanır gösterilmiş; aslında cezanın yapısını da burada yeniden çözmek gerekecek. Kim? Ceza olan nedir? Otomatik portakala bir daha bakmalı, Kosinski ve Herman Hesse/Demian’a bir daha. Bazı hikayeleri, hem his hem yapı bakımından on yılda bir yeniden almalı. Suç işleyememenin suçluluk duygusu; hissedememenin acısı, korkudan korkmak, yıkıcı sevme, hep buraya götürecek parçacıklar. Bütünsellik, bunların hepsinin bir arada bulunmasıyla sağlıklı sayılıyor üstelik. Kendine ihanet dolu. Aratolpamda, farkında olmak, delilik. Ölümle karşılaştığımda dışarı uğramaya çalışan göz yaşlarım, opera dinlerken olanla aynı yerden gelmeye çalışıyor. Oraya daha önce uğramıştım, yerimden emin olmadığımda bulunmamayı seçtiğim özlem ülkelerinden. Nerede kalmıştık kısmını atlayıp birden kendimi içinde, akışında bulduğum yeni düzenden söz açayım. Sabahların anlamı, gidilecek bir işinin olması. Akşamlar yok gibi. Kedinin anlamı değişti, köpeğin de. Anatominin teknik, yazılı çizili kısmını henüz çözemedim. Orada olmak ve yemek yapmayı tekrarlayıp durmuşum; şimdi tam ordayım. Üstelik, kenddime yakıştırmaya çalıştığım uyum zorlanma sürecini kimse kabul etmiyor, toleransın ötesi takdir ve yardımlaşma görüyorum. İnanmak istediklerimin gerçek olduğu bir ülkeye rastlamış gibiyim. Belki bu ışıkta böyle göründü. Hiç rahatsız değilim. Sadece karar vermek, tümüyle elimde olan, ağır bir duygu. Belki yanlış ışıkta, yanlış saatte bakmıştım. Şimdi, o acıtan parlaklık da, yoksunlk da söz konusu değil. Sadece orada olmask ve gerekeni yapmak. Ama diğer ucu, hala karışık, yani duygu dedikleri şeyler mesela. Işık gibi. Sıradan yazmak isterdim. Sıradan iyidir, rahatlatır. Karnını doyurmak gibi. Karnımı doyurmanın güzel bir yolunu buldum. Aşk karın doyurmaz lafını masaya yatırmalı. İçinden istediğimizi çıkarabiliriz. Aşk daha çok kahveye benziyor sahiden. Her türlü keyif verici gibi. Az yani seyrek de fazla da aynı etkide, sadece kalıntısı farklı. Sırasını çıkarmak. Öncekini yakalayamıyorsan sonrasından bakarsın. Sonra bakarız, oradan mı geliyor.

Yorumlar